18 Nisan 2008 Cuma

Evren Uzer ile Söyleşi

Konu:imkanmekan
Tarih:15 Mart 2008

B.K; imkanmekan nasıl başladı ve nasıl gelişti?

E.U; Imkanmekan Ocak 2007’de Bilge Kalfa, Okay Karadayılar ve ben Evren Uzer’in aramızda gerçekleştirdiğimiz konuşmalarla başladı.Daha sonra ekibe Şebnem Şoher ve Hakan Tüzün Şengün eklendi. Kamusal mekana yapılan müdahalelerin müşterisi olmaması durumundan yola çıkan, kamusal mekanla ilgili projelerin/fikirlerin daha çok ve nitelikli biçimde tartışılması ve kamusal mekanda yapılan proje ve uygulamalarla ilgili farkındalık yaratılması, potansiyel bir takım fikirlerin projeleştirilmesi, ve devamında uygulamaya dönüştürülmesi için neler yapılabilir diyerek başladık. Başlangıç olarak bir veritabanı oluşturma fikri ile yola çıktık. İnsanlar projelerini veritabanına yükleyecekler, ve belki başka gruplar da bu projeleri geliştirebileceklerdi. Açık kaynak (open source) prensibiyle çalışabilir mi dedik, ancak tasarım sonuçta telifin çok kuvvetli olduğu bir alan ve diğer taraftan da insanlar hiç tanımadıkları bir veritabanına projelerini yüklemeyeceklerdir diye düşünüp bir dizi atölye yaparak başlamaya karar verdik. Bu atölyelerle birlikte hem bu kavramları başka görüşlerle de paylaşmış ve tartışmış olacak, hem de veritabanının ilk projelerini oluşturmuş olacaktık.
‘kamusal mekana küçük müdahaleler’ gibi geniş bir üst başlıkla ilk atölyeyi gerçekleştirdik.
Kamusal mekan nedir? /Müdahale nedir?/ Ne olmalı? / Müdahale olmalı mı? gibi konular tartışıldı. Katılımcıların çoğunun mimar olduğu bir ortamda, müdahaleler ister istemez mimari müdahale noktasına geldi. Acaba bunun dışında bir takım aktivist müdahaleler de olabilir mi konusu üzerine de tartışıldı. Genelde atölyeler bir akşamlık ya da bir tam günlük atölyeler şeklinde oldu. Altı atölye yaptık, bu atölyelerin herbiri format olarak birbirinden farklı şekilde gerçekleşti. Bu biraz da en iyi sonucu nasıl alabiliriz arayışıydı. Mesela, ilk atölyede açık çağrı yaptık ve isteyen başvurdu, ağırlıklı mimar katılımıyla ilk atölye gerçekleşti, daha sonra bir tema üzerine yoğunlaşmaya karar verdik. ‘Kıyı’ atölyesi bunlardan biri. Bu atölyede bir takım imajlar ve metni 8 kişiye davetiye olarak yolladık. Atölyeye kendi ekiplerini kurarak gelmelerini ve ‘kıyı’ üzerine ‘küçük ölçekli müdahale’ başlığıyla proje üretmelerini bekledik. Katılımcılar önce bir ön çalışma yapıp bize yolladılar, daha sonra bir günlük atölyede projelerini geliştirdiler. Akşam üzeride dört kişinin daha katılımıyla bir değerlendirme bölümü oldu. Bu da mesela başka bir format, projelerin sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi için, çünkü ilk baştaki o açık çağrı ile birbirini hiç tanımayan insanlar gelip, bizim yaptığımız bir grupta çalıştılar, onun da kendine gore güzellikleri var, çok farklı hiç beklemediğimiz bir sinerji ortaya çıkabiliyor. Risk alıyorsunuz ama yine de ilginç birşey çıkma olasılığı oldukça yüksek, çünkü grulardaki katılımcılar ikinci sınıf öğrencisinden on- onbeş yıldır özel sektörde çalışan bir mimara kadar geniş bir yelpazede ve mümkün oldukça farklı disiplinlerin katıldığı grupların olmasına çalışıyoruz. Mesela ‘kıyı’ atölyesinde uygulanma ihtimali daha yüksek olan projeler üretildi.

B.K; Atölyelerde üretilen projeleri imkanmekan.blogspot.com adresinden görebiliyoruz, peki bu projelerden uygulamaya en yakın olanı hangisi sizce?

devamı için

17 Mart 2008 Pazartesi

Oda Projesi ile Röportaj-17 Mart 2008

1. 2000-2005 yılları arasında Şahkulu sokak’ta kiraladığınız evde başlayan ‘Oda Projesi’ 15m2 lik bir mekanı imkan olarak değerlendirdi, bu fikir nasıl ortaya çıktı ve gelişti?

Mekanı bir imkan, bir olasılık ya da bir mümkün olma hali olarak kullanma çabasına girişmek İstanbul güncel sanat ortamı için yeni bir yaklaşım olsa da İstanbul için zaten halihazırda varolana işaret eder. Oda Projesi’ni başlatan bizler 1997’de ve takip eden 3 sene yoğun olarak İstanbul içinde dolaştık, seyahat ettik. Büyük sermayenin ya da rantın kenti makro ölçekte değiştirmediği dönemlerde İstanbul’un nasıl şekillendiğine, kullanıldığına, direndiğine ve dönüştüğüne tanıklık ettik; bu sırada mikro ölçekte ve daha “yüzyüze” daha samimi bir ilişki ağı içine girerek deneyimleyeceğimiz mahalle, Şahkulu mahallesi Oda Projesi’ni mekana yaklaşımı konusunda tetikledi ve hızlandırdı. Güncel sanat ortamının tanımlanmış, sınırlanmış ve klikleşmiş paylaşım ve üretim alanlarına karşılık ya da cevaben, Şahkulu mahallesinin katkıları ve istanbul’un stratejileri ile süreç işlemeye başladı; Oda Projesi 15m2’yi özel alan olmaktan çıkardı, açtı. Dar ve küçük bir mekan olsa da burayı neden sadece biz kullanalım dedik, öncelikle mahalleli ve sanat ortamına parallel diğer disiplinler bu mekan ile ne yapmak isterler diye merak ettik.

2. Oda Projesini kamusal mekana müdahale eden bir proje olarak nitelendirebilir misiniz?

devamı için

9 Mart 2008 Pazar

Ömer Kanıpak ile Söyleşi, 24 Şubat 2008

Bir süredir tartışılan bir konu olan kamusal alan ve kamusal mekan farkından söz etmek gerekirse, siz bu farkı nasıl yorumluyorsunuz?

Aslında bununla ilgili bir yorumdan çok okuduklarımın sonucundan bahsedebilirim; ‘kamusal alan’ Habermas’ın sözünü ettiği ‘public sphere’ olarak da çevrilen “Öffenlichkeit” kavramıyla ilişkili, ve mekansal bir durumdan çok kişilerin akıl yürüttükleri, tartıştıkları, daha soyut da olabilen araç,zaman ve mekan birlikteliği yani bir düşünce ortamı, kamuoyu diyebiliriz. Kamusal mekan ise, burası gibi , (moda çay bahçesi) her bireyin özgürce girebildiği kullanabildiği, henüz sınırları ve potansiyelleri tam tanımlanamamış ancak fiziki olarak tanımlanabilen (yani eni, boyu, yüksekliği, malzemesi, aydınlığı, karanlığı ile tanımlayabildiğimiz) bir mekan.

Kamusal alanın oluşumunda doğru kurgulanmış kamusal mekanların rolü çok büyük. Yani, farklı kişilerin bir arada bulunabileceği fiziki mekanlar ne kadar iyi tasarlanırsa farklı fikirlerin de ortaya çıkmasına o oranda olumlu katkı olacaktır. Bu tabii ki idealize edilmiş ve hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir söylem. Hiç bir mekan tüm farklılıklara ve fikirlere açık olamıyor. Ama kamusal mekanların tasarımında farklılığın ortaya çıkmasını esas motivasyon olarak kullanan ve bunu bir potansiyel değer olarak gören tasarımlar başarılı kamusal mekanlar olarak önümüzde duruyor. Örneğin Pompidou Center’ın önündeki boşluk. Sade bir eğimden oluşan basit bir boşluk ama o kadar iyi işliyor ki, ilk akla gelen örnek olabiliyor.

Türkiye’de kamusal mekan 1980’lere kadar sözü bile edilmeyen bir kavram, daha da öncesine gidersek Osmanlı’da kamusal mekandan söz etmek mümkün mü?

Bu konuda fazla bilgim olmasa da, Osmanlı da pazarlar, çeşmeler, kahveler, avlular ve bahçelerden kamusal mekan olarak söz edebiliriz herhalde. Tabii ki bu alanlar salt bu amaç uğruna tasarlanıp inşa edilmiş değil ve o zamanlarda da “kamusal alan” gibi bir kavram olmasa da insanların karşılaştığı, tartıştığı, konuştuğu birbirleri ile ilişkiye geçtiği alanlar buralardı daha çok.

Ama tabii meydanlardan söz edemeyiz heralde?

Evet, aslında meydanlardan bugün bile Türkiye’de de söz etmek çok mümkün değil, meydan dediğimiz yerler, Taksim meydanı, Beşiktaş meydanı, Kadıköy meydanı gibi daha çok düğüm noktaları ya da kavşaklar, belki Beyazıt Meydanını meydandan sayabiliriz. Her ne kadar basın sayesinde deyim olarak dilimize “Meydanlara çıkmak” gibi birşey yerleşmiş olsa da bugün bu deyimin kullanıldığı etkinlikler (miting olsun, gösteri olsun) aslında hep kavşaklarda yapılıyor. İşte, Çağlayan meydanında falanca mitingi oluyor, ya da Taksim’de şu grup gösteri yapıyor yürüyor deniyor. Çağlayan da, Taksim de, Kadıköy de, hepsi bunların trafik düğüm noktaları, kavşak aslında. Trafiğe kapattığınız anda meydan amacı ile kullanılan tasarlanmamış boşluklar. Bugün İstanbul’un en önemli meydanı dediğimiz Taksim aslında etrafından araçların ve yayaların dolaştığı birbirinden kopuk boşluklar aslında, meydan değil.


Yani Avrupadaki gibi tasarlanmış meydanlarımız yok aslında?


Aslında Avrupada da tasarlanmış değil meydanlar Katedrallerin önleri gibi yerler daha iyi düzenlenip meydanlaşmışlar, belki Roma biraz farklıdır.

Peki Türkiye’de en çok kullandığımız kamusal mekanlar nereleri sizce?

Alışveriş merkezleri herhalde, en çok onlar kullanılıyor (sadece erkek nüfusa hitap etse de kahveleri saymak da mümkün belki, hala aynı oranda kullanılıyor mu bilmiyorum aslında). Ama tabi ...

devamı için

7 Mart 2008 Cuma

alışveriş merkezleri

'Tarih boyunca, sosyal, siyasal ve ekonomik alandaki değişimler, kamusal ilişki ve kamusal mekan
kavramları konusundaki anlayışları etkilemişlerdir. Kapitalizm öncesindeki dönemlerde kamusal ilişki
gündelik hayattaki iş, eğlence ve dinlence aktivitelerinin iç içe geçtiği, kendiliğinden gelişen aktiviteler
bütünü olarak görülmüştür. Kapitalist sistemin kendine özgü mantığı içinde ise gündelik hayatı oluşturan bu
alanlar birbirlerinden ayrı bir şekilde tariflenmişlerdir. Bu bağlamda içinde yaşadığımız çağda kamusal
ilişki kendiliğindenliğini kaybetmiş ve çağın dinamikleri doğrultusunda eğlence kavramı ile özdeşleşmiştir.
Kamusal ilişki kavramına bakışta görülen bu değişim, kamusal mekan anlayışını da etkilemiş; çağımızın yeni
kamusal mekanları alışveriş merkezleri haline gelmiştir. '

Tülin Vural, Atilla Yücel

Türkiye'de kamusal mekan

Kamusallık tartışması, bütün yaşamsal pratikleri ve bu pratiklerin ortaya çıkardığı ürünleri ilgilendirir. Alan ise mimarlıkta yer/boşluk gibi karşılık bulsa da ‘kamusal alan’ yalnız mekan’ı karşılayan yer e boşluğa veya mekansal bir tanıma işaret etmez. İlk olarak ‘Res publica’ olarak kullanılan kamusal kelimesi o dönemde ‘ortak fayda’ ve ‘ortak varlık’ anlamına geliyordu. (Geuss, 2003, s.51) Kamusal alan tanımı ise ilk olarak 1962 yılında yayınlanmış olan Jürgen Habermas’in “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü: Burjuva toplumunun bir kategorisi üzerine araştırmalar” kitabında Habermas Kamusal alanı şu şekilde tanımlar;

devamı için

25 Şubat 2008 Pazartesi

pornografi

¨... Dünya, özel hayatın bitişine, her şeyin kamusallaşmasına tanık oluyor. Bir gözlem çağı oldu yirminci yüzyıl. Yirmibirinci yüzyıl daha da öyle olacak. İletişim ve elektronik sanayi bunu getirdi. Marx, daha işler bu düzeye gelmemişken, 19. yy da 'yabancılaşma'dan söz ediyordu. Sonra Fordist üretim sistemleri girdi devreye. İnsanlar yaptıkları işe, onun mekanik boyutlarına tutsak oluyor, işiyle arasındaki bağı koparıyorlardı. Kendisi olmayarak yapıyordu önündeki işi. Şarlo'nun eleştirileri de işe yaramadı. Yirminci yüzyılın çalışma ve üretme anlayışı bizi böyle bir noktaya taşıdı. Derken, Amerikalıların öğrettiği 'ekip çalışması', işi, emeğimize yabancılaşmaktan da çıkardı, hayatımıza yabancılaşmaya sürükledi bizi. Şimdi öyle bir noktada duruyoruz işte. Gene de anlamadığım şu;

Dünya emekle birey arasındaki uyumu yakalamaya çalışıyor. Fordizm iyi kötü bitiyor. İnsanlar artık 'ev-ofis'lerde yaşayıp .alışıyorlar. Bürokratikler bu olanağı yaratıyorlar. Dileyen dilediği saatte gidiyor ofise. Yaratıcılığını, verimlilğini arttırmak için
insanların biyolojik saatlerine dikkat ediliyor. Kılık kıyafet zorunluluğu yok. Herşey bu kadar incelmişken neden açık ofiste direniliyor?

Sapkınlıklarımız içinde en acımasız ve vazgeçilmez olanı röntgenciliktir, ve yirmi birinci yüzyılın asıl meselesi pornografi olacaktır, derken galiba haklıydım...¨

Hasan Bülent Kahraman, 'Cam Odada Oturmak', s:318-319

23 Şubat 2008 Cumartesi

küçük şeyler.

"...19.yüzyılın sonunda modernist planlama çoşkusunun ilk dalgası yaşanırken, Daniel Burnham şöyle demişti;'Küçük planlarla yetinmeyin' Buna bugünün postmodernistlerinden Aldo Rossi daha alçakgönüllü bir tonla şöyle cevap verebiliyor; 'Öyleyse, mesleğimde neye özlem duyabilirdim? Büyük şeylerin olanaklılığını tarihin dışlanmış olduğunu gördüğüme göre, kuşkusuz küçük şeylere'..."

David Harvey, Postmodernliğin durumu, s:56

22 Şubat 2008 Cuma

MEKAN

Erden Kosova: Toplumsal cinsiyet sorunsalının sanatsal üretimler üzerindeki en ilginç yansımaları toplumsal mekânın kullanılması konusunda beliriyor. Aklıma özellikle Aydan Murtezaoğlu'nun kamusal alanın eril bir tahakküm altında tutulmasına ve kadın ile çocuğunun ya da ailenin bütününün kamusal üzerinde ayrılmış özel ‘enklav’lara sıkıştırılmasına baktığı işler geliyor aklıma. Bu tür bir kapanmayı görselleştirmek muhafazakârlığı yeniden mi üretiyor? Aydan’ın ‘düşsel transgresyon’larını neden eleştirel bir duruş olarak algılamayalım?

Vasıf Kortun: Mufazakârlıktan anladığım belli sanatçıların işlerinde belirgin bir biçimde görülen ve 1990’ların küstah çocuklar kuşağına gelene kadar düzen kırıcı hareketlerin görülmemesi. Muhafazakârlığın içten okunmasına ilaveten bir kadercilik olgusu var. Örneğin, Bülent Şangar’ın 16 fotoğraftan oluşan, evin yaşlısının ölümünden sonra, evin gencinin o odaya taşınmasını izlediğimiz anlatısal işinde. [Bülent Şangar, İsimsiz, 1998] Anlatı içindeki tüm ipuçları, abartılı acı imgeleri, günlük hayatın hiç bir şey olmamışcasına sürmesi, olayın tümüyle döngüsel olduğunu işaret ediyor. Evin içinden yarı açık bir kapının ardından izliyor olmamız, olan biteni paylaşmamıza neden olurken, bir yandan da bizi olayın dışına itiyor.

devamı için

hipermarket ve hipermal

...
'Geleceği önceden haber veren bir model olarak hipermarket (özellikle de ABD'de) yerleşim bölgelerinin dağılımını belirlemektedir. Oysa geleneksel çarşılar kentim tam merkezine yerleştirilerek kentliyle köylünün buluşmasını sağlardı. Hipermarket kırsal kesimle kentin ortadan kalkarak yerine köyle-kent arası bir yere (agglomeration) bırakan yeni bir taşam biçiminin dışa vurumudur. (tüketime eşdeğer, onun mikromodeli, tamamıyla işaretlerden oluşan işlevsel bir kent dışı- banliyö tipi alışveriş yeri (zoning) Dahası hipermarket 'tüketim merkezi' olmanın ötesinde bir anlama sahiptir. Burada sergilenen nesneler özgün bir gerçeklikten yoksundur, bir başka deyişle önemli olan onların geleceğe özgü toplumsal ilişki modelini andıran seriler, daireler ve seyirlik şeyler şeklinde düzenlenmiş olmalarıdır.'...

Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s: 112-113

zamanın mekansallaştırılması

T.S Eliot Four Quartets şiirinden,

Bilinçli olmak, zaman içinde olmamaktır
Ama ancak zaman içinde hatırlanabilir
Gül bahçesindeki an, yağmurun çardağı dövdüğü an;
Geçmişle ve gelecekle iç içe.
Ancak zaman aracılığıyla fethedilir zaman.

19 Şubat 2008 Salı

VİTRİN (E)

Eğer öyle bir ayrım var ise, vitrin kamusal ile özel’in kesiştiği noktada. Ve eğer işletme özel alan olarak adledilebilir ise, vitrin yalnızca işletmenin müdahale edebildiği ancak önünden geçen herkesin de izlediği ve hatta etkilendiği bir arayüz. İçerde ne vara işaret ediyor. İçerde olanda vitrine yerleşirken dışarıdaki profili pek tabii düşünmek durumunda. Aslında başta mağaza ya da işletmenin kendi reklamını yaptığı bir cam kutu gibi algılanabilir vitrin, ki öyledir. Ancak bulunduğu yere aittir çoğu zaman, o yerden beslenir, dünyanın her yerinde aynı anda aynı vitrin tasarımını kullanan adidas bile zaten en başından nerede dükkanını açacağını bilir, ve bu yüzden oradaki vitrin de oraya aittir. Vitrin ya da vitrinler zinciri semtlerin kent içindeki ya da kentlerin dünya pazarındaki ekonomik, sosyal, kültürel durumuna da işaret ederler. Her semtte vitrinin sokakla, izleyiciyle olan ilişkisi birbirinden farklıdır. Aynı zamanda vitrinde sergilenen ürünün mali değeri de bir uzam olarak vitrinin açıklık kapalılığını etkiler. Balık pazarında ürün açık sergilenmek durumundadır, fakat bir sarrafın ürünlerini açık sergilediğini görmeyiz, ve hatta vitrindeki ürünler sahtedir, ya da kilitli, bazı ürünlerse mal sahibinin tercihi dahilinde açık ya da kapalı sergilenir. Bu açıklık kapalılık durumu nesnenin değeriyle yakından ilgilidir, bu durumda açık vitrinler kamusal mekana daha fazla müdahale ederler ve kamusal mekan kullanıcılarıyla daha fazla ilişki kurarlar diyebilir miyiz? Öznelerin nesnelerle kurduğu ilişkinin yoğunluğu ve biçimi kamusal mekan-zamanın kullanımını etkiler ve Adorno’nun da dediği gibi özne nesne ilişkisi ne mutlak bir birlik, ne de mutlak bir ikilemdir.(Soykan, 1991, s.43) Bu durumda ilişkinin kendi içinde barındırdığı dinamik kamusalı, mekan-zamanlaştırır.

devamı için

Mimarlık Ortamında Kamusal Bulanıklık, Ömer Kanıpak

Kamusal alan, kamusal mekan, bu mekanların üretiminde güdülen ideoloji, başta mimarlar olmak üzere herkesin imar faaliyetleri ve mimarlık üzerindeki kafa karışıklığı, kısaca kamusal bir kakofoniden söz etmek mümkün bu aralar.

“Kamusal Alan” kavramı Türkiye’de gündelik konuşma dilimize yerleşeli çok olmadı, en fazla on yıllık geçmişi vardır. Genellikle Türkçe’de birbirleri yerine kullanılmaya meyilli olduğumuz kamusal alan ve kamusal mekan terimleri aslında özünde Habermas’ın İngilizceye Public Sphere olarak çevrilen Öffentlichkeit kavramı ile ilişkilidir. Türkçe’de ise ‘Kamu’ kelimesi genelde Devlet ile ilişkilendirilmiştir. Meral Özbek’in ifadesi ile [1] “… gündelik konuşmada ‘kamu’ dendiğinde hemen devlet gelir aklımıza; devlet idaresi, organları, kuruluşları, görevlileri ya da etkinlikleri gibi şeyleri, devlete ait ya da devlet kontrolünde yürütülen resmi bir alanı kastederiz. Halbuki, Habermas’ın dediği gibi, kamusal alan herşeyden önce toplumsal yaşamımızda kamuoyunun içinde oluştuğu alandır.”

devamı için