6 Şubat 2013 Çarşamba

Halükar

www.halukar.com !

6 Haziran 2012 Çarşamba

Cenk Dereli ve Nobon

Cenk Dereli bence "herkes" in tanıdığı bir kişi ama bazı şeyleri daha içinden dinlemek/okumak istersek diye küçük bir online söyleşi. Buyrun:
Hasan Cenk Dereli, 1983 yılında İzmir'de doğdu. İzmir Bornova Anadolu Lisesi'nde kendini buldu. Malesef İzmir'den ayrılıp İstanbula gitti. Ama ne güzel ki İTÜ Mimarlık Fakültesinde, Taşkışla'da okudu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini burada tamamladı. 2008 2011 yıllarında aynı fakültede araştırma görevlisi görevinde bulundu. Halen aynı fakültede doktora çalışmasına devam etmektedir. 


Nobon ne zaman başladı, neler yaptı yapıyor?

nobon 2007 yılında ortaya çıkan bir fikir. Birşeyler yapmak için bir zamanı beklemenin gerekmediğini, talep eden araştıran çözüm üreten, var eden, kullanan, kullandırtan karakterlerinin tümünün ben olabileceğimi düşünmemle ortaya çıktı. O yüzden nobon web sitesinde yazdığı gibi, bir şekilde anlamlı olan her şey ile ilgilenen, her şeyi var olduğunun dışındaki şekillerde okumaya meyilli, çoklu bir kişilik bozukluğudur. Çünkü yeri geldiğinde az sayıda kişi yukarıda tariflenen o çok sayıda işi yapmak zorunda, o rollere bürünmek zorundadır.

Mimarlık, endüstri ürünleri tasarımı, grafik tasarım ve yaratıcı fikir üzerine ürünler veriyor  nobon . Yaptıkları ne olduğunun ta kendisi, ne eksik ne fazla. Ama daha sonra yapacağı farklı şeyler tüm bu yaptıkları ile uyuşmayabilir, ki o da yukarıdaki tarif göz önüne alındığında çok da aykırı bir durum değil. 

Nobon'un insanları, fikirleri, medyaları bir araya getirdiğini biliyoruz, bu tür dinamikler ne tür sonuçlar doğuruyor?

Hepimiz ortamdan şikayet ediyoruz. 
Bir şekilde... 
Detaylarını siz oluşturun... 
İş alıp verme şekillerinden, sokaktaki insan hallerine, politikadan, tv programlarındaki hallere... 
Bir şeyler var etmeye hevesli biri olarak ben hep yaratma güdümü coşturacak bir ortamın hayalini kurdum. Onu bulamayınca da etrafımdakileri bu hayali paylaşmak için toparlamaya çalıştım. Üniversite 1. sınıfta, saf fikirlerle kudurarak kişileri toplamaya çalıştığımı unutmuyorum. Hatırlayanlar "Aaa" diyecektir:  DesignBugs

Şimdi bakınca yine de keyifli geliyor. 
nobon  daha kişisel birşey, ben odaklı. İnsanlara o kadar yayılan birşey değil. Belki ancak bir iki kişiye bulaşan onların da kendi ilgi alanlarınca dahil oldukları bir yapı. Ama sonuç olarak ben demek. Ve evet, aslında böyle bakınca ben bütün bunları kendim için, o aradığım ortam için yapıyorum. 
Yaptıklarım da çeşitli kişiler için görünür olma ortamı var ediyor, tanışma ortamı kuruyor, benim için yaratıcı üretimi olan insanlarla ve benden üretime dair talepleri olabilecek insanlarla tanışma fırsatı doğuruyor.

Cenk Dereli, mimar, müzisyen, radyocu, noboncu bu çok yönlü oluşun kolaylık ve zorluklarından bahsetmek ister misin?

Tüm bunlar kolaylık ya da zorlukla alakalı değil. 
Ben daha önce çok defa kendi blogumda da yazdım. 
Tüm bunlar ölüm ile ilişkimden kaynaklanıyor. Ölüm ile olan ilişkimi kendi aklımda bir başka düzeye çıkarabilirsem belki bunların herhangi birini yapmıyor olacağım. Ama benim için tüm bu içsel dürtüleri yapabiliyor olmak yaşadığımı anlatıyor bana. Ve evet, herhangi birini yapamazsam da bir diğerinin tutsaklığı yüzünden tercihim daima, o tutsak edeni yok etmek oluyor. Kendi heves duyduğum şeyleri yapmaya dair motivasyonum da buradan geliyor. Daima özgürlüğe kaçmak...

Çok da uzatmadan okunabilir olsun diye, Son soru "İzmir":), İzmir'de neler oluyor Cenk?

Türkiye'de finans sektörü acayip gelişiyor. Finans yapısal var oluş alanı arıyor kendine, o da inşaatda karşılığını buluyor. İnşaatlar yapıldığı yerle, yapanıyla, yapılma şekliyle ayrışıyor. Son 6 senenin hali bu. Sektörle beraber gazetelerin inşaat ekleri de kabarıyor. Tüm bu olanlar  Türkiye'nin en görünür, marka değeri en yüksek olan yeri üzerinden, İstanbul üzerinden yapılıyordu. Ama artık İstanbul da yetmiyor. Çünkü piyasası sıkışmaya başladı, O yüzden devlet eliyle dev yeni yayılım alanları kuruluyor İstanbul için. 

Bunun yanında Anadolu kentlerinde projeler başladı. Bunlardan en önemlisi de İzmir. Yaşamıyla, kent merkezi ve çevresiyle, sadece ona tapan, orada ya da şehir dışında yaşayan İzmirliler için değil, İzmirli olmayan herkes için de anlatılanlar yüzünden bir ütopya. 

Seksen sonrası dönemin sosyo ekonomik politikaları sonucunda hep kendi halinde kavrulmaya bırakılmış, kavruldukça da çözümsüzlüklerin biraz dibinin tuttuğu İzmir'de o kadar şey olup bitmesine rağmen, İzmir'de yaşayanlar için bile aslında İzmir'de hiçbir şey olmuyor... 
Öyle deniyor. 
Ama bir yandan da kent o hep bahsedilen, keyifli özgürlükçü ilerici ve evet kentin değerlerine sıkı sıkıya bağlı ( ki bu değerler ilericilik oluyor ) bir tutuculukla bezeli hayatını yaşıyor. Gün batımların hayat yavaşlıyor...

Merkezden desteklenen, biriken finansın yatırım niyetlerinin baskısında yerel yönetim İzmir'liye bir gelecek hayali vermek istiyor. Aslında olan bitenin temelinde bu var. Nasıl bir İzmir, İzmirliye yakışır ?. Bunun için 2009 yılında kültür kurultayı düzenliyor, ülkenin önde gelen tasarımcıları, iletişimcileri, yaratıcıları, hayal kurucuları İzmir için düşlüyor ve sonunda deniyor ki, İzmir potansiyelleri ile Tasarım ve İnovasyon kenti olmaya çok uygun. Buna dair dinamikleri harekete geçirilmeli.
2011 yılında tasarım çalıştayı yapılıyor bu doğrultuda. İzmir'deki hakim sektör temsilcileri ile gelişmeye açık potansiyel sektörler tasarım ve inovasyonu odak alan sektörel çalışmalar yapıyorlar ve tüm bunlar birer kitapçık olarak yayımlanıyor ve bazı fikirler yavaş yavaş gerçekleştiriliyor. 

2012 yılında tüm bu sürecin parçası olarak deniyor ki, İzmir eğer tasarım ve inovasyon kenti olacaksa öncelikle kent yaşantısı iyi tasarlanmış kamusal alanlarda geçmeli ve kent gelişime açık bir kent yaşantısı vizyonu koymalı kentlinin önüne. 

İşte bu doğrultuda da Körfez Kıyısı Tasarım Projesi ortaya çıkıyor. Tüm körfez kıyı alanı 4 parçaya bölünerek tasarımcı ekiplere dağıtılıyor. körfezin kendisi de bir etkinlik alanı olarak diğer bir ekip tarafından tasarlanıyor. Ben de bu ekiplerin birinde adını kollektif üretimin içinde eriten, sayıları 100 e yaklaşan diğer tüm tasarımcılardan biri olarak, sık sık İzmir'e gidip geliyorum ve bu işten bağımsız İzmir'de nobon eylemleri örgütlüyorum.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Elbistan Evi - Mayıs 2012

Elbistan bir ülke ismi değil.
Kahramanmaraş'ın bir ilçesi karasal iklimli bir güzel yer.Dört kardeş( dört aile) ve annelerinin yazları buluşacağı tanımıyla ortaya çıkan evin şimdilik bir kaç görselini paylaşıyorum yakında projenin tamamını burada paylaşıcam. O zaman detaylı yazarım da. :D Bu yaz yapılıcak galiba heyo!





22 Mayıs 2012 Salı

I love "Him"!

Herkes İçin Mimarlık


Web sayfalarında şöyle yazıyor : "Herkes İçin Mimarlık, ülke genelinde karşılaşılan sosyal sorunlara mimarlık bağlamında çözümler üretmeyi ve mimarlık eğitimine yeni açılımlar kazandırmayı amaç edinir."  Bence biraz mütevazi bir tanımlama mimarlık eğitimine yeni açılımlar kazandırdıklarını söylemeleri, benim gibi gün içinde "ev hanımları ve patronlar için mimarlık" yapan akşamları kafasındaki tilkileri kovalayan birine hiç farketmeden yakılan bir ışık.  
Bu oldukça içten ve zahmetli işe teşebbüs eden ekibin üniversite yıllarında yaptıkları ölçek1/1 işini de severek takip ediyordum, him ise en başta ismiyle  gönlümde irtifa sahibi:).  Gezi parkı pikniklerini organize ediyorlar mesela, evet ben hiç gitmedim çünkü beden ile muhalefet oluşların gücü karşısında kendimce bahanelerim var ve biraz da korkularım;  ya bu hayal de yıkılırsa... Yine de güncel tabirle, pikniklerine sağlık! Son projeleri ise  "Atıl Köy Okulları Projesi" , linki şöyle: http://herkesicinmimarlik.org/atil-koy-okullari/
Proje sosyal bir meseleye değinmekle ondan söz etmekle bunun hakkında yazılar yazıp çizimler üretmekle kalmıyor, proje sahasında üretiliyor, kendini üretiyor. Him içimde bir umut.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Danteum, Limbo,Terragni, kafa karışıklığı...

Dante'nin meşhur epik şiiri "ilahi komedya" ya ithafen yapılması talep edilmiş bir anıt Danteum. Yapılamamış keşke yapılsaymış- bir şiirsel elem hali. Mussolini 'nin de mimarı Giuseppe Terragni'nin bir başka ilginç sorular sordurtan yapısı da "faşit yuvası:)" "Casa del fascio" yapı Como meydanında faşist evi olarak inşaa edilse dahi sanki mimar ben sosyalistim diye bağırmış gibi geliyor bana. İnsan ölçeğinde, ve oldukça mekansal geçirgenlikler barındıran bu yapıyı sevmeden edemiyorum ve bir fotoğrafını ekliyorum.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Uşak



yarışıyoruz bakalım. :D

15 Mayıs 2012 Salı

Yeşil Ekonominin Ev Hali

Çocukken küçük ellerimi dua etmek üzere açıp, "hiç evim olmasın hep gezeyim ben" diye bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Yanlış mı anlaşıldım ya da içimden geçen aynı şehrin içinde gezip durmak mıydı bilmiyorum ama İstanbul'daki 12. evime taşınmak üzere hazırlıklara başladım hem de biliyorum bu 12. ev de sonuncu değil. İçimdeki gezgine inat yerleşme meraklısı biri de yaşıyor, yerleşirken de  daha 4 ay önce taşındığım eve çilek dikiyorum, biber dikiyorum. Ev içi yeşil ekonomi beni mutlu ediyor, kompost denemelerim evi berbat kokutuyor. (beceremediğimden).Ve yine taşınıyorum domatesler ketuma emanet. Bu taşınmalar arasında yeşeren (gerçek anlamıyla) bitkilerle vedalaşmak zaruri ve zor olduğundan yeni bir yöntem geldi aklıma. Yerleşmeyle çatışan gönlüme de yeni bir yara :). Umuma şayi ve müşterek bulduğum yerlere, tıpkı  Moda sahildeki çicekçiler gibi biber dikersem eğer vedaya gerek kalmaz. Alenen kendime açtığım bu savaş sürecek, buradan da içimize selam olsun . :D

10 Mayıs 2012 Perşembe

in ingo we trust ya da ingonun ahırı

Ingo Maurer yaşını başını almış ancak hala bildiğim en baba "en ünlü" aydınlatma tasarımcısı. Hem günceli takip eden hem gelenekselle ilişkisi yoğun ingo grafik tasarım mezunu. Bazı işleri dev pahalı ama klas. Örneğin "Porca Miseria". Marketteki dandik tabak çanakla yapılan bu aydınlatma, heykel iddiasında pahalı ve aynı nispette etkili. En sevdiğim işlerinden biri de euro condom. 2009 yılında avrupa birliği buzlu cam     gibi görünen ve daha yumuşak ışık veren ampüller yasaklanınca ısıya dayanıklı elastiki bir condom  tasarlıyor. İlham verici ingo'nun ahırını seve seve geziyorum yenilerine de şerefe.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Erol Akyavaş ve Reha Erdem ve

güzeller güzeli ; yüreğim şimdi bak parmaklarımdan damlayacak.şimdi bak içimin oynaması benden rüzgâr çıkaracak.

sen. sen…senin adın var mı?

- adım, neptün olsun.

+ senin adın neptün olsun, benim de kosmos.

sol elin başımın altında olsun, sağı da beni kucaklasın.


"Kosmos", Film,  Reha Erdem

Erol Akyavaşın resimlerinde hissetiğim şeylerle örtüşen film Kosmos. 18bin alemden bahseden gerçeküstülüğü estetikle birleştiren sen aslında bensin diyen (bizce) bir film. İkilinin bende ortak hissettirdikleri, zamansız mekansız cismani ve ruhani olmayan soyut ideogramlar.

8 Mayıs 2012 Salı

Zeki Demirkubuz plus Engin Günaydın. Nefis bir uluma.
İçime işleyen bir film.
Tedavi gibi.
İçimizdeki yumurtalara ve patateslere gelsin.



 

Katsuya'ya sevgiler...

Bugün ofise Katsuya Hayakawa'ya ait bir iş geldi, kocaman etkileyici bir iş. Katsuya'nın işlerini beğendiğimi ofiste Nesrin Esirtgen'in de olduğu bir gün dile getirmiştim, işlere duyduğum heyecan ofiste hissedildi sanıyorum ki o hafta patronum ve Nesrin hanım birer iş satın aldılar bugün ofise yemekten dönüp gelince Katsuyanın dev bir işini masada görüp ilginç hislerle doldum. Tenks to evren :D http://katsumihayakawa.com/

Yeniden

Dolunay'da bir işe başlamak çok da iyi değilmiş ama ne farkeder vakti geldi sanıyorum. 3 yıl oldu bir çok iş yapıldı o arada bunlar biriktiler yazılmadılar çizilmediler, hem kendim için neler yaptım yapıyorum sorgusu olsun diye hem de paylaşmak için bunları sinkingabout'u tekrar aktive etmeye karar verdim. En son 2009 Aralık'ta birşeyler yazmışım :) Aralık 2009'dan bu yana neler yaptımı kısaca özetlemek gerekirse 2010'da İstanbul Avrupa Kültür başkenti seçildi ve o dönem severek çalıştığım imkanmekan (www.imkanmekan.org) bu kapsamda atölyeler yaptı, ekip ben ayrıldıktan sonra bir de kitap çıkardı çok da güzel bir kitap.

Aynı yıl British Council My City adlı sanat projesi için beni işe aldı 5 şehirde 5 sanat eseri uygulaması yaptık. Mark Wallinger'in Çanakkale'deki işini ise hem tasarladım hem uyguladım ancak bundan hiç bir yayında söz edilmedi hatta sanki paslı demir fikri Mark'ın mış gibi lanse edildi, Mycity'nin kendi kitabında bile. O dönem yapılan bu işlerde çabamın karşılığını hiçbir şekilde görememek bu işi duyurmamakla ilgiliydi belkide. Ancak mycity işi büyük bir deneyim ve tecrübe oldu. Çok da keyifli bir süreçti. Reklamımı yapamadım o dönem o benim ayıbım :).
Mycity döneminde sevgili Pelin Derviş'e birlikte birşeyler yapmak istediğimi söyledim, İstanbul Para-doxa kitabının sözlük bölümünü hazırlamama izin verdi, benim açımdan çok öğretici süper verimli bir zamanda aynı dönem DS mimarlıkta çalışıyordum ve bir taraftan Edirne yarışmasını yapıyorduk, çok yoğundu ama "koş yoksa düşersin" benlik bir cümle. Bu aralar koşmayı bıraktım düşmekten korkuyorum...
Mycity'nin bitmesiyle iki ay sadece boş boş Moda çay bahçesinde oturdum - harikaydı- sanırım o dönem Sertan'la (Sertan Özant) petitsomething'i (www.petitsomething.com) kurduk. 2011 yılının Ocak ayında da Kocacıklıoğlu mimarlıkta işe başladım, eşe dosta keyfi olarak bişeyler çizmenin dışında son bir yıldır sadece bu ofiste çalışıyorum sanırım.
Haftasonu sevgili Defne Önen beni mimar oluyorum atölyesini birlikte yürütmek üzere davet etti bu tekrar yazmam yapmam gerektiğini hatırlattı sanıyorum ki bu blogu açtım. böyle bişey. Bundan sonra düzenli yazmaya çizmeye çalışıcam bakalım.

6 Aralık 2009 Pazar

Küçük ölçekli Müdahalenin Kent İçin Önemi Nedir?

"Küçük ölçekli müdahale" (KÖM) ile ifade edilmeye çalışılan aslında nicelikselden çok niteliksel bir müdahale. Büyük ölçekli ve çoğu zaman yönetimin ya da yargının müdahil olduğu durumlar, bir bölgeyle ilgili sorun tespit edip o sorunu öncelikle tamamen yok edip sonra yeni bir durumun inşasıyla meydana gelirler. Mevcut durumuyla işler, iyi durumda ya da sorunlu olsun herhangi bir kamusal mekana dair üretilen projeler genellikle o mekanı öncelikle yıkıp sonra yeni bir planlamayla meydana getirilirler. Bu müdahale biçimi bu tür baştan yıkıp üretmeleri içermez. KÖM, mevcut durumu sorun ve potansiyelleriyle değerlendirip, bu duruma eklenebilecek, çıkarılabilecek, soru sorabilecek, çözüm üretebilecek, söz söyleyebilecek ya da sonucunda hiçbir şey olmasa dahi kaygıları ve bu kaygılara yakın projeleri içerir.

KÖM mimari bir müdahale olmak zorunda ya da durumunda değildir. Kamusal mekan nasıl her disiplini ilgilendiren bir tanımsa, kamusal mekana yapılan ve yapılacak olan her türlü müdahale bir çok farklı disiplinin, disiplinler ötesinin birlikteliğinin ürünü olabilir. KÖM’ün dünyada sivil inisiyatiflerin ortaya koyacağı bir söylemin ya da ihtiyacın karşılığı olarak kamusal mekanda örnekleri, tezahürleri vardır. Türkiye’de ise KÖM ile tariflenen durumdan çok kişisel çıkar ya da tahakküm altına almak amacıyla kamusal mekana müdahaleden söz etmek mümkün. Bu duruma örnek olarak, hemen her dükkanın açık alanı kendi mülkiyeti gibi kullanması, boş arazilerin otoparklaştırılması, sokak satıcıları verilebilir. KÖM kamusal mekanı tahakküm altına almaktan çok, kamusal mekanı sahiplenmekle ilgili.

KÖM aynı zamanda bir deneme süreci. Kente yapılan hemen her türlü müdahale bir tür kuşatma biçiminde gerçekleşir. İstanbul gibi yüksek oranlarda göç alan kentlerde kamusal mekanların ya da kamusal mekanın görsel uzamlarının hızlı bir biçimde dönüşümünü bir kuşatma olarak nitelemek mümkün. Bu kuşatmalar kuşatan ve kuşatılan olarak ayrımları beraberinde getirmez, çünkü kuşatmalar içsel ve muğlak bir sürecin sonucu.

Kırsaldan göçenin, kentin özgürleştirici potansiyeline adapte oluş sürecinde bulduğu boşluklardan faydalanma çabasıyla kent boşluklarını işgali, hatta bazen bu boşluklarda hak iddia etmeye başlaması sonucu kentli de karşı direnç olarak kentiyle ilgili bir tutuculuk potansiyeli barındırmaya başladı (XX Demirkan, 1996). Bu tutuculuk kentlinin müdahil olması gereken durumlar karşısındaki sessizliğinin nedenlerinden biri olarak da nitelenebilir. KÖM kentlinin müdahil olmasını, kamusal mekana yapılan herhangi bir kuşatma karşısında ya da dahilinde söz söylemesini ya da kamusal mekanda eksikliğini hissettiği bir müdahaleyi kendi
inisiyatifini kullanarak üretmeyi öneren bir müdahale biçimi. Gelecek düşleriyle yeniden üretmelere ve mevcuda karşı her zaman muhalif söz söylemeye eğilimli yönetimler, günümüz kentlerinde hızlı ve tek elden üretilmiş dönüşüm projelerinin de en önemli nedenleri. KÖM ise bu hızlı ve yok edip üretmenin yerine eklemlenerek kentlinin kendi dinamiğiyle üretimini destekler.

Piano stairs - Rolighetsteorin.se - The fun theory from camiseta emprestada on Vimeo.

18 Nisan 2008 Cuma

Evren Uzer ile Söyleşi

Konu:imkanmekan
Tarih:15 Mart 2008

B.K; imkanmekan nasıl başladı ve nasıl gelişti?

E.U; Imkanmekan Ocak 2007’de Bilge Kalfa, Okay Karadayılar ve ben Evren Uzer’in aramızda gerçekleştirdiğimiz konuşmalarla başladı.Daha sonra ekibe Şebnem Şoher ve Hakan Tüzün Şengün eklendi. Kamusal mekana yapılan müdahalelerin müşterisi olmaması durumundan yola çıkan, kamusal mekanla ilgili projelerin/fikirlerin daha çok ve nitelikli biçimde tartışılması ve kamusal mekanda yapılan proje ve uygulamalarla ilgili farkındalık yaratılması, potansiyel bir takım fikirlerin projeleştirilmesi, ve devamında uygulamaya dönüştürülmesi için neler yapılabilir diyerek başladık. Başlangıç olarak bir veritabanı oluşturma fikri ile yola çıktık. İnsanlar projelerini veritabanına yükleyecekler, ve belki başka gruplar da bu projeleri geliştirebileceklerdi. Açık kaynak (open source) prensibiyle çalışabilir mi dedik, ancak tasarım sonuçta telifin çok kuvvetli olduğu bir alan ve diğer taraftan da insanlar hiç tanımadıkları bir veritabanına projelerini yüklemeyeceklerdir diye düşünüp bir dizi atölye yaparak başlamaya karar verdik. Bu atölyelerle birlikte hem bu kavramları başka görüşlerle de paylaşmış ve tartışmış olacak, hem de veritabanının ilk projelerini oluşturmuş olacaktık.
‘kamusal mekana küçük müdahaleler’ gibi geniş bir üst başlıkla ilk atölyeyi gerçekleştirdik.
Kamusal mekan nedir? /Müdahale nedir?/ Ne olmalı? / Müdahale olmalı mı? gibi konular tartışıldı. Katılımcıların çoğunun mimar olduğu bir ortamda, müdahaleler ister istemez mimari müdahale noktasına geldi. Acaba bunun dışında bir takım aktivist müdahaleler de olabilir mi konusu üzerine de tartışıldı. Genelde atölyeler bir akşamlık ya da bir tam günlük atölyeler şeklinde oldu. Altı atölye yaptık, bu atölyelerin herbiri format olarak birbirinden farklı şekilde gerçekleşti. Bu biraz da en iyi sonucu nasıl alabiliriz arayışıydı. Mesela, ilk atölyede açık çağrı yaptık ve isteyen başvurdu, ağırlıklı mimar katılımıyla ilk atölye gerçekleşti, daha sonra bir tema üzerine yoğunlaşmaya karar verdik. ‘Kıyı’ atölyesi bunlardan biri. Bu atölyede bir takım imajlar ve metni 8 kişiye davetiye olarak yolladık. Atölyeye kendi ekiplerini kurarak gelmelerini ve ‘kıyı’ üzerine ‘küçük ölçekli müdahale’ başlığıyla proje üretmelerini bekledik. Katılımcılar önce bir ön çalışma yapıp bize yolladılar, daha sonra bir günlük atölyede projelerini geliştirdiler. Akşam üzeride dört kişinin daha katılımıyla bir değerlendirme bölümü oldu. Bu da mesela başka bir format, projelerin sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi için, çünkü ilk baştaki o açık çağrı ile birbirini hiç tanımayan insanlar gelip, bizim yaptığımız bir grupta çalıştılar, onun da kendine gore güzellikleri var, çok farklı hiç beklemediğimiz bir sinerji ortaya çıkabiliyor. Risk alıyorsunuz ama yine de ilginç birşey çıkma olasılığı oldukça yüksek, çünkü grulardaki katılımcılar ikinci sınıf öğrencisinden on- onbeş yıldır özel sektörde çalışan bir mimara kadar geniş bir yelpazede ve mümkün oldukça farklı disiplinlerin katıldığı grupların olmasına çalışıyoruz. Mesela ‘kıyı’ atölyesinde uygulanma ihtimali daha yüksek olan projeler üretildi.

B.K; Atölyelerde üretilen projeleri imkanmekan.blogspot.com adresinden görebiliyoruz, peki bu projelerden uygulamaya en yakın olanı hangisi sizce?

devamı için

17 Mart 2008 Pazartesi

Oda Projesi ile Röportaj-17 Mart 2008

1. 2000-2005 yılları arasında Şahkulu sokak’ta kiraladığınız evde başlayan ‘Oda Projesi’ 15m2 lik bir mekanı imkan olarak değerlendirdi, bu fikir nasıl ortaya çıktı ve gelişti?

Mekanı bir imkan, bir olasılık ya da bir mümkün olma hali olarak kullanma çabasına girişmek İstanbul güncel sanat ortamı için yeni bir yaklaşım olsa da İstanbul için zaten halihazırda varolana işaret eder. Oda Projesi’ni başlatan bizler 1997’de ve takip eden 3 sene yoğun olarak İstanbul içinde dolaştık, seyahat ettik. Büyük sermayenin ya da rantın kenti makro ölçekte değiştirmediği dönemlerde İstanbul’un nasıl şekillendiğine, kullanıldığına, direndiğine ve dönüştüğüne tanıklık ettik; bu sırada mikro ölçekte ve daha “yüzyüze” daha samimi bir ilişki ağı içine girerek deneyimleyeceğimiz mahalle, Şahkulu mahallesi Oda Projesi’ni mekana yaklaşımı konusunda tetikledi ve hızlandırdı. Güncel sanat ortamının tanımlanmış, sınırlanmış ve klikleşmiş paylaşım ve üretim alanlarına karşılık ya da cevaben, Şahkulu mahallesinin katkıları ve istanbul’un stratejileri ile süreç işlemeye başladı; Oda Projesi 15m2’yi özel alan olmaktan çıkardı, açtı. Dar ve küçük bir mekan olsa da burayı neden sadece biz kullanalım dedik, öncelikle mahalleli ve sanat ortamına parallel diğer disiplinler bu mekan ile ne yapmak isterler diye merak ettik.

2. Oda Projesini kamusal mekana müdahale eden bir proje olarak nitelendirebilir misiniz?

devamı için

9 Mart 2008 Pazar

Ömer Kanıpak ile Söyleşi, 24 Şubat 2008

Bir süredir tartışılan bir konu olan kamusal alan ve kamusal mekan farkından söz etmek gerekirse, siz bu farkı nasıl yorumluyorsunuz?

Aslında bununla ilgili bir yorumdan çok okuduklarımın sonucundan bahsedebilirim; ‘kamusal alan’ Habermas’ın sözünü ettiği ‘public sphere’ olarak da çevrilen “Öffenlichkeit” kavramıyla ilişkili, ve mekansal bir durumdan çok kişilerin akıl yürüttükleri, tartıştıkları, daha soyut da olabilen araç,zaman ve mekan birlikteliği yani bir düşünce ortamı, kamuoyu diyebiliriz. Kamusal mekan ise, burası gibi , (moda çay bahçesi) her bireyin özgürce girebildiği kullanabildiği, henüz sınırları ve potansiyelleri tam tanımlanamamış ancak fiziki olarak tanımlanabilen (yani eni, boyu, yüksekliği, malzemesi, aydınlığı, karanlığı ile tanımlayabildiğimiz) bir mekan.

Kamusal alanın oluşumunda doğru kurgulanmış kamusal mekanların rolü çok büyük. Yani, farklı kişilerin bir arada bulunabileceği fiziki mekanlar ne kadar iyi tasarlanırsa farklı fikirlerin de ortaya çıkmasına o oranda olumlu katkı olacaktır. Bu tabii ki idealize edilmiş ve hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir söylem. Hiç bir mekan tüm farklılıklara ve fikirlere açık olamıyor. Ama kamusal mekanların tasarımında farklılığın ortaya çıkmasını esas motivasyon olarak kullanan ve bunu bir potansiyel değer olarak gören tasarımlar başarılı kamusal mekanlar olarak önümüzde duruyor. Örneğin Pompidou Center’ın önündeki boşluk. Sade bir eğimden oluşan basit bir boşluk ama o kadar iyi işliyor ki, ilk akla gelen örnek olabiliyor.

Türkiye’de kamusal mekan 1980’lere kadar sözü bile edilmeyen bir kavram, daha da öncesine gidersek Osmanlı’da kamusal mekandan söz etmek mümkün mü?

Bu konuda fazla bilgim olmasa da, Osmanlı da pazarlar, çeşmeler, kahveler, avlular ve bahçelerden kamusal mekan olarak söz edebiliriz herhalde. Tabii ki bu alanlar salt bu amaç uğruna tasarlanıp inşa edilmiş değil ve o zamanlarda da “kamusal alan” gibi bir kavram olmasa da insanların karşılaştığı, tartıştığı, konuştuğu birbirleri ile ilişkiye geçtiği alanlar buralardı daha çok.

Ama tabii meydanlardan söz edemeyiz heralde?

Evet, aslında meydanlardan bugün bile Türkiye’de de söz etmek çok mümkün değil, meydan dediğimiz yerler, Taksim meydanı, Beşiktaş meydanı, Kadıköy meydanı gibi daha çok düğüm noktaları ya da kavşaklar, belki Beyazıt Meydanını meydandan sayabiliriz. Her ne kadar basın sayesinde deyim olarak dilimize “Meydanlara çıkmak” gibi birşey yerleşmiş olsa da bugün bu deyimin kullanıldığı etkinlikler (miting olsun, gösteri olsun) aslında hep kavşaklarda yapılıyor. İşte, Çağlayan meydanında falanca mitingi oluyor, ya da Taksim’de şu grup gösteri yapıyor yürüyor deniyor. Çağlayan da, Taksim de, Kadıköy de, hepsi bunların trafik düğüm noktaları, kavşak aslında. Trafiğe kapattığınız anda meydan amacı ile kullanılan tasarlanmamış boşluklar. Bugün İstanbul’un en önemli meydanı dediğimiz Taksim aslında etrafından araçların ve yayaların dolaştığı birbirinden kopuk boşluklar aslında, meydan değil.


Yani Avrupadaki gibi tasarlanmış meydanlarımız yok aslında?


Aslında Avrupada da tasarlanmış değil meydanlar Katedrallerin önleri gibi yerler daha iyi düzenlenip meydanlaşmışlar, belki Roma biraz farklıdır.

Peki Türkiye’de en çok kullandığımız kamusal mekanlar nereleri sizce?

Alışveriş merkezleri herhalde, en çok onlar kullanılıyor (sadece erkek nüfusa hitap etse de kahveleri saymak da mümkün belki, hala aynı oranda kullanılıyor mu bilmiyorum aslında). Ama tabi ...

devamı için

7 Mart 2008 Cuma

alışveriş merkezleri

'Tarih boyunca, sosyal, siyasal ve ekonomik alandaki değişimler, kamusal ilişki ve kamusal mekan
kavramları konusundaki anlayışları etkilemişlerdir. Kapitalizm öncesindeki dönemlerde kamusal ilişki
gündelik hayattaki iş, eğlence ve dinlence aktivitelerinin iç içe geçtiği, kendiliğinden gelişen aktiviteler
bütünü olarak görülmüştür. Kapitalist sistemin kendine özgü mantığı içinde ise gündelik hayatı oluşturan bu
alanlar birbirlerinden ayrı bir şekilde tariflenmişlerdir. Bu bağlamda içinde yaşadığımız çağda kamusal
ilişki kendiliğindenliğini kaybetmiş ve çağın dinamikleri doğrultusunda eğlence kavramı ile özdeşleşmiştir.
Kamusal ilişki kavramına bakışta görülen bu değişim, kamusal mekan anlayışını da etkilemiş; çağımızın yeni
kamusal mekanları alışveriş merkezleri haline gelmiştir. '

Tülin Vural, Atilla Yücel

Türkiye'de kamusal mekan

Kamusallık tartışması, bütün yaşamsal pratikleri ve bu pratiklerin ortaya çıkardığı ürünleri ilgilendirir. Alan ise mimarlıkta yer/boşluk gibi karşılık bulsa da ‘kamusal alan’ yalnız mekan’ı karşılayan yer e boşluğa veya mekansal bir tanıma işaret etmez. İlk olarak ‘Res publica’ olarak kullanılan kamusal kelimesi o dönemde ‘ortak fayda’ ve ‘ortak varlık’ anlamına geliyordu. (Geuss, 2003, s.51) Kamusal alan tanımı ise ilk olarak 1962 yılında yayınlanmış olan Jürgen Habermas’in “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü: Burjuva toplumunun bir kategorisi üzerine araştırmalar” kitabında Habermas Kamusal alanı şu şekilde tanımlar;

devamı için

25 Şubat 2008 Pazartesi

pornografi

¨... Dünya, özel hayatın bitişine, her şeyin kamusallaşmasına tanık oluyor. Bir gözlem çağı oldu yirminci yüzyıl. Yirmibirinci yüzyıl daha da öyle olacak. İletişim ve elektronik sanayi bunu getirdi. Marx, daha işler bu düzeye gelmemişken, 19. yy da 'yabancılaşma'dan söz ediyordu. Sonra Fordist üretim sistemleri girdi devreye. İnsanlar yaptıkları işe, onun mekanik boyutlarına tutsak oluyor, işiyle arasındaki bağı koparıyorlardı. Kendisi olmayarak yapıyordu önündeki işi. Şarlo'nun eleştirileri de işe yaramadı. Yirminci yüzyılın çalışma ve üretme anlayışı bizi böyle bir noktaya taşıdı. Derken, Amerikalıların öğrettiği 'ekip çalışması', işi, emeğimize yabancılaşmaktan da çıkardı, hayatımıza yabancılaşmaya sürükledi bizi. Şimdi öyle bir noktada duruyoruz işte. Gene de anlamadığım şu;

Dünya emekle birey arasındaki uyumu yakalamaya çalışıyor. Fordizm iyi kötü bitiyor. İnsanlar artık 'ev-ofis'lerde yaşayıp .alışıyorlar. Bürokratikler bu olanağı yaratıyorlar. Dileyen dilediği saatte gidiyor ofise. Yaratıcılığını, verimlilğini arttırmak için
insanların biyolojik saatlerine dikkat ediliyor. Kılık kıyafet zorunluluğu yok. Herşey bu kadar incelmişken neden açık ofiste direniliyor?

Sapkınlıklarımız içinde en acımasız ve vazgeçilmez olanı röntgenciliktir, ve yirmi birinci yüzyılın asıl meselesi pornografi olacaktır, derken galiba haklıydım...¨

Hasan Bülent Kahraman, 'Cam Odada Oturmak', s:318-319

23 Şubat 2008 Cumartesi

küçük şeyler.

"...19.yüzyılın sonunda modernist planlama çoşkusunun ilk dalgası yaşanırken, Daniel Burnham şöyle demişti;'Küçük planlarla yetinmeyin' Buna bugünün postmodernistlerinden Aldo Rossi daha alçakgönüllü bir tonla şöyle cevap verebiliyor; 'Öyleyse, mesleğimde neye özlem duyabilirdim? Büyük şeylerin olanaklılığını tarihin dışlanmış olduğunu gördüğüme göre, kuşkusuz küçük şeylere'..."

David Harvey, Postmodernliğin durumu, s:56

22 Şubat 2008 Cuma

MEKAN

Erden Kosova: Toplumsal cinsiyet sorunsalının sanatsal üretimler üzerindeki en ilginç yansımaları toplumsal mekânın kullanılması konusunda beliriyor. Aklıma özellikle Aydan Murtezaoğlu'nun kamusal alanın eril bir tahakküm altında tutulmasına ve kadın ile çocuğunun ya da ailenin bütününün kamusal üzerinde ayrılmış özel ‘enklav’lara sıkıştırılmasına baktığı işler geliyor aklıma. Bu tür bir kapanmayı görselleştirmek muhafazakârlığı yeniden mi üretiyor? Aydan’ın ‘düşsel transgresyon’larını neden eleştirel bir duruş olarak algılamayalım?

Vasıf Kortun: Mufazakârlıktan anladığım belli sanatçıların işlerinde belirgin bir biçimde görülen ve 1990’ların küstah çocuklar kuşağına gelene kadar düzen kırıcı hareketlerin görülmemesi. Muhafazakârlığın içten okunmasına ilaveten bir kadercilik olgusu var. Örneğin, Bülent Şangar’ın 16 fotoğraftan oluşan, evin yaşlısının ölümünden sonra, evin gencinin o odaya taşınmasını izlediğimiz anlatısal işinde. [Bülent Şangar, İsimsiz, 1998] Anlatı içindeki tüm ipuçları, abartılı acı imgeleri, günlük hayatın hiç bir şey olmamışcasına sürmesi, olayın tümüyle döngüsel olduğunu işaret ediyor. Evin içinden yarı açık bir kapının ardından izliyor olmamız, olan biteni paylaşmamıza neden olurken, bir yandan da bizi olayın dışına itiyor.

devamı için

hipermarket ve hipermal

...
'Geleceği önceden haber veren bir model olarak hipermarket (özellikle de ABD'de) yerleşim bölgelerinin dağılımını belirlemektedir. Oysa geleneksel çarşılar kentim tam merkezine yerleştirilerek kentliyle köylünün buluşmasını sağlardı. Hipermarket kırsal kesimle kentin ortadan kalkarak yerine köyle-kent arası bir yere (agglomeration) bırakan yeni bir taşam biçiminin dışa vurumudur. (tüketime eşdeğer, onun mikromodeli, tamamıyla işaretlerden oluşan işlevsel bir kent dışı- banliyö tipi alışveriş yeri (zoning) Dahası hipermarket 'tüketim merkezi' olmanın ötesinde bir anlama sahiptir. Burada sergilenen nesneler özgün bir gerçeklikten yoksundur, bir başka deyişle önemli olan onların geleceğe özgü toplumsal ilişki modelini andıran seriler, daireler ve seyirlik şeyler şeklinde düzenlenmiş olmalarıdır.'...

Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s: 112-113

zamanın mekansallaştırılması

T.S Eliot Four Quartets şiirinden,

Bilinçli olmak, zaman içinde olmamaktır
Ama ancak zaman içinde hatırlanabilir
Gül bahçesindeki an, yağmurun çardağı dövdüğü an;
Geçmişle ve gelecekle iç içe.
Ancak zaman aracılığıyla fethedilir zaman.

19 Şubat 2008 Salı

VİTRİN (E)

Eğer öyle bir ayrım var ise, vitrin kamusal ile özel’in kesiştiği noktada. Ve eğer işletme özel alan olarak adledilebilir ise, vitrin yalnızca işletmenin müdahale edebildiği ancak önünden geçen herkesin de izlediği ve hatta etkilendiği bir arayüz. İçerde ne vara işaret ediyor. İçerde olanda vitrine yerleşirken dışarıdaki profili pek tabii düşünmek durumunda. Aslında başta mağaza ya da işletmenin kendi reklamını yaptığı bir cam kutu gibi algılanabilir vitrin, ki öyledir. Ancak bulunduğu yere aittir çoğu zaman, o yerden beslenir, dünyanın her yerinde aynı anda aynı vitrin tasarımını kullanan adidas bile zaten en başından nerede dükkanını açacağını bilir, ve bu yüzden oradaki vitrin de oraya aittir. Vitrin ya da vitrinler zinciri semtlerin kent içindeki ya da kentlerin dünya pazarındaki ekonomik, sosyal, kültürel durumuna da işaret ederler. Her semtte vitrinin sokakla, izleyiciyle olan ilişkisi birbirinden farklıdır. Aynı zamanda vitrinde sergilenen ürünün mali değeri de bir uzam olarak vitrinin açıklık kapalılığını etkiler. Balık pazarında ürün açık sergilenmek durumundadır, fakat bir sarrafın ürünlerini açık sergilediğini görmeyiz, ve hatta vitrindeki ürünler sahtedir, ya da kilitli, bazı ürünlerse mal sahibinin tercihi dahilinde açık ya da kapalı sergilenir. Bu açıklık kapalılık durumu nesnenin değeriyle yakından ilgilidir, bu durumda açık vitrinler kamusal mekana daha fazla müdahale ederler ve kamusal mekan kullanıcılarıyla daha fazla ilişki kurarlar diyebilir miyiz? Öznelerin nesnelerle kurduğu ilişkinin yoğunluğu ve biçimi kamusal mekan-zamanın kullanımını etkiler ve Adorno’nun da dediği gibi özne nesne ilişkisi ne mutlak bir birlik, ne de mutlak bir ikilemdir.(Soykan, 1991, s.43) Bu durumda ilişkinin kendi içinde barındırdığı dinamik kamusalı, mekan-zamanlaştırır.

devamı için

Mimarlık Ortamında Kamusal Bulanıklık, Ömer Kanıpak

Kamusal alan, kamusal mekan, bu mekanların üretiminde güdülen ideoloji, başta mimarlar olmak üzere herkesin imar faaliyetleri ve mimarlık üzerindeki kafa karışıklığı, kısaca kamusal bir kakofoniden söz etmek mümkün bu aralar.

“Kamusal Alan” kavramı Türkiye’de gündelik konuşma dilimize yerleşeli çok olmadı, en fazla on yıllık geçmişi vardır. Genellikle Türkçe’de birbirleri yerine kullanılmaya meyilli olduğumuz kamusal alan ve kamusal mekan terimleri aslında özünde Habermas’ın İngilizceye Public Sphere olarak çevrilen Öffentlichkeit kavramı ile ilişkilidir. Türkçe’de ise ‘Kamu’ kelimesi genelde Devlet ile ilişkilendirilmiştir. Meral Özbek’in ifadesi ile [1] “… gündelik konuşmada ‘kamu’ dendiğinde hemen devlet gelir aklımıza; devlet idaresi, organları, kuruluşları, görevlileri ya da etkinlikleri gibi şeyleri, devlete ait ya da devlet kontrolünde yürütülen resmi bir alanı kastederiz. Halbuki, Habermas’ın dediği gibi, kamusal alan herşeyden önce toplumsal yaşamımızda kamuoyunun içinde oluştuğu alandır.”

devamı için